İnsan, topluma ait olmanın bedelini personayla öder. Persona, toplum tarafından onaylanma ihtiyacı sebebiyle başkalarıyla birlikteyken bürünülen roldür. Bir başka deyişle olması gerekenleri yapmak ve toplumla uyumlu yaşamak için takınılan maskedir.
İş yerinde, ilişkinde, ailende ya da arkadaşlarınla temas ettiğindeki sen… Hepsinde farklı gibi görünsen de aslında bunlar toplumsal kişiliğinin doğal birer parçası. Analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung’un Kişilik Kuramında yer alan persona kavramı, her insanda var olan ve var olmasının doğal olduğu bir durumdur. Ancak sorun, personalara kendini fazla kaptırdığında, onları çok uzun süre taşıdığında ortaya çıkar. Yani tamamen persona olmaya başladığında. Jung’a göre tehlike, insanların personalarıyla özdeşleşmesidir. Bir profesör ders kitabıyla, bir ressam eserleriyle… Sonuç, insanların ne düşündüğüne aşırı derecede önem veren ve tamamen persona olan, sığ, kırılgan ve uyumlu bir kişilik türü olabilir.
Yalom, Aşkın Celladı kitabında şöyle diyor: Kendimin nerede bittiğini, bir başkasının nerede başladığını bilmiyordum. Persona, kendinin bittiği, bir başkasının başladığı yerdir. Başkalarının beklentilerine fazla duyarlı olmaya ve personayı aşırı taşımaya başladığında; maske, zaman içinde davranışlarına yön veren ve onun dışındaki kendiliği yok eden bir hale gelir. Kendi kişiliğine ait olan kısımları duymak giderek zorlaşır.
Personanın bir diğer amacını Jung şöyle tarif eder: Persona bir yandan başkaları üzerinde belli bir izlenim bırakmak diğer yandan bireyin gerçek doğasını gizlemek için tasarlanmıştır. İletişimdeki kavramlar soyut ve göreli olduğu için inandıkların veya inandırıldıklarınla yaşamı sürmeye devam edersin. Ancak bu inançlar sorgulanmadığında yıllar boyunca sana uygun olmayan personayla yaşayıp bunu fark etmeyebilirsin. Uyumlu birisi olacağım diye kendin olmayı unutursun.
İnsanın toplumsal beklentileri üzerinde hissetmediği ve personalara sahip olmadığı tek dönemi, çocukluk dönemidir. Çocukken içimizden geleni, tüm samimiyetimizle yapar ve herkese el sallar, yeni oyun arkadaşlarıyla tanışıp oynardık. Belki çocukluğu özlememizin nedenlerinden biri de bu beklentisizlik ve içtenlik halidir.
Sonraları yine aynı dönemde, beklenti ne demek bilmiyorken, diğerlerinin beklentilerine maruz kaldıkça şekillendik; beklentilere uyumlu olmaya çalışarak yaşamı daha ‘sorunsuz’ hale getirmeyi denedik.
Şimdi kendinden beklediğin, yapmalıyım dediğin durumları düşünmeni istiyorum.
Bu beklentileri gerçekten yapmayı istiyor musun?
Öğrendiğin için mi bekliyorsun yoksa istediğin için mi?
Hayatında onları yapmamak için kaç kez erteledin?
Gerçekten isteseydin sürekli olarak erteler miydin?
Bunları yapmaya ihtiyacın var mı?
Bu beklentiler ailenden birinin senden beklediklerine benziyor mu?
Aslında yapman gerekmeyen ama yapmadığında ihtiyaç duyduğun sevgiyi ve güveni alamadığın birçok şeyi yapmaya şartlanmş olabilirsin. Bir çocuk tam puan almadan ya da çok uslu olmadan da sevilebilir. Ama bunlar olmadığında sevilmediyse bunları yapmak adına çırpınır ve de onlar olmadan kendini sevmeyi öğrenemez.
Gerçekten kim olduğunu öğrenmenin ilk kuralı; var olan kendinin, öğrenmelerin ve personaların dışına çıkmaktır. Öyle ki onlar sebebiyle insan, hiç tatmadığı bir yemeği sevmediğine inanır.
Kendini bulmak aynı zamanda kaybolmayı içerir. Hiç denemeden ben böyleyim demek aslında bir açıdan denemekten ve kaybolmaktan kaygı duymak, korkmak anlamına gelir.
Özetle sevgili okur, insanın benliğini keşfetmesi için bilinmeyene dair yola çıkması ve yanlış bilme ihtimaliyle yüzleşmesi demektir. Kendini keşfetme bir süreçtir. Bu sürecin içinde nasıl yaptığına bakmadan, farklı eylemleri deniyor olmak iyi bir seçenek olabilir. Gerçek ben dediğin kişi, çocukken sana dayatılan senin yanı sıra kendini keşfetmek için çıktığın farklılık yolunda karşılaştığın senin çatışması ya da bütünüdür. Zaman zaman kaybolmak, bulmanın bir parçasıdır.
Yol, yüründükçe oluşur.
-Oğuzhan Genç
